10 Şubat 2012 Cuma

ABD ve Avrupa Krizindeki Farklılıklar: Herkesin Krizi Kendine (mi)


Kapitalizmin içsel olarak kriz üreten, hatta bu krizlerle birlikte var olan bir yapıda olduğunu artık herkes kabul ediyor. Bu krizlerin nasıl oluştuğuna dair, özellikle Marksistlerin başını çektiği bir dizi açıklama biçimi ise sürecin genelini açıklar nitelikte. Ancak yine de ABD'deki kriz dinamikleri ile Avrupa'daki kriz dinamikleri farklı olabiliyor.


Daha önce de belirttiğimiz gibi, krizin ABD'deki temel dinamiği, 1970'lerden itibaren yaşanan aşırı birikim ya da üretilenlerin tüketilememesi yani değerlenme sorunu ve bu soruna geçici olarak getirien bir çözüm olan kredi genişlemesinin sonuna gelinmesiydi. Sonrasında ise özel zararlar devletleştirildi ve kamu borcu daha da artmış oldu. Tüm bu gelişmelerin "kriz" olarak tartışılması ise, geçtiğimiz Ağustos'ta önce Kongre'de borçlanma limiti ile ilgili tartışmalardan, ardından da ABD'nin kredi notunun düşürülmesinden sonra mümkün hale geldi. Ancak gerçekte "kriz" durumu, 2007'den itibaren hiç ortadan kalmamıştı. Bunu en basit olarak kredi borcunu ödeyemediği için evlerine bankalar  tarafından el konulan insanların oranından görebiliriz. Geçtiğimiz yıl 2006'ya göre bu durumda olanların oranı % 46 artmış durumda. Her ne kadar ekonomi resmi olarak "resesyon" durumunda olmasa da, geniş toplum kesimleri için evsiz kalmak, bir kriz durumu için yeterince vahim! Kriz nedeniyle evsiz ve işsiz kalanların oranı, yaklaşan ABD seçimleri için de hayati öneme sahip. Önümüzdeki dönemde bunun politik sonuçlarını da takip edebileceğiz.

Avrupa'da ise durum biraz daha karmaşık. Öncelikle Euro'dan kaynaklanan sorunlar, krizin alacağı biçimi belirler durumda. Euro'dan kaynaklanan sorunlar derken, bu para birimini destekleyen bir merkez bankası olmasına rağmen, buna uygun bir harcama yani maliye politikasının bulunmaması ya da özetle bir devlet tarafından desteklenmeyen bir para birimi olmasından kaynaklanan sorunlardan söz ediyoruz. Bu durumda, her bir ülkedeki sınıf mücadelesinin geldiği güzeye göre belirlenen güç dengeleri, birliğin genelinde en düşük seviye neyse oraya doğru ilerleme eğilimine giriyor. Yani Almanya'nın rekabet gücünün, güney ülkelerinden (Yunanistan, İtalya, İspanya ya da İrlanda) yüksek olması, Alman sermayesinin çalışanları üzerinde kurduğu hakimiyeti ve baskıyı ifade ediyor. Bunu en azından Almanya gibi yapamayan diğer ülke burjuvazileri ise yapısal olarak Alman sermayesi ile rekabet edemeyecek bir konuma geriliyor. Bunu güney ülkelerin verdiği dış açıklarıdan (cari açıklarıdan) anlayabiliyoruz. Bunun bir sonraki adımı ise, bu açıkların finanse edilmesinde borçlanmanın devreye girmesi ve bunun sonucunda da bu borçların ödenemeyecek bir noktaya gelmiş olması. Bu durumda Avrupa'daki krizin temelinde eşitsiz ve bileşik gelişme, yani sınıf mücadelesinin mekansallığı ile farklı ülkelerdeki sermayeler arasındaki donanım farklılıkları yatıyor. Bu ise kendisini borçlanma ve para biriminde ortaya çıkan bir kriz olarak gösteriyor. 

Ancak gelinen noktada, 12 Avrupa ülkesinde kriz başladığından beri hükümet değişiklikleri yaşandığını dikkate alırsak, yaşanan krizin sadece ekonomi alanı içinden açıklanamayacağını görebiliriz. Zira dün Yunanistan'da Troyka ile yapılan görüşmeler sonrasında iki günlük genel grev ilan edilmesi, bunu açık bir şekilde gösteriyor. Krizin faturasını, bunun sorumlusu olmayan geniş toplum kesimlerine ödetmek, sermayenin temel stratejisi. Bu aşamada mesele şu: bunu ne kadar uygulayabilecekler ?

Toparlarsak, kapitalizmde krizin genel bir mekanizması olmasına rağmen, yine krizin, aynı zamanda sınıf mücadelesi tarafından belirlenen mekansallığını ya da mekkansal olarak açığa çıktığı özellikleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu çerçeveden Türkiye'deki karmaşık gibi görünen gelişmelere bakmak, yaşanan süreci anlamlandırmamızda yardımcı olabilir.